3 Ocak 2010 Pazar

BAZI KARİKATÜRLER VARDIR...

Bazı karikatürler yazılır. Bazı karikatürler çizilir. Bazı karikatürler geçilir. Bazı karikatürler seçilir. Bazı karikatürler yenilir. Bazı karikatürler yutulmaz. Bazı karikatürler satılır. Bazı karikatürler atılır. Bazı karikatürler itilir. Bazı karikatürler kakılır. Bazı karikatürler yakılır. Bazı karikatürler basılır. Bazı karikatürler asılır. Bazı karikatürler öpülür. Bazı karikatürler dövülür. Bazı karikatürler övülür. Bazı karikatürler saklanır. Bazı karikatürler aklanır. Bazı karikatürler güldürür. Bazı karikatürler öldürür.


Karikatür güldürür deriz, ardından da düşündürür diye ekleriz. “Karikatür düşündürür ve güldürür.” Bazı karikatürler güldürmez, içimizi burkar, canımızı yakar. Bazı karikatürler öfkelendirir. Bazı karikatürleri anlamak zordur. Bazı karikatürleri ise anlamaya bile çalışmayız. Bazı karikatürler belleğimizde yer eder, bazılarını hiç hatırlamayız. Bazı karikatürler midemize oturur. Bazı karikatürler bazı şiirler gibi alır bir yerlere götürür. Bazı karikatürler kitap gibi okunur. Bazı karikatürlerin yazısı yoktur ama koca bir kitabı bir iki çizgide özetleyip yazarları çatlatır. Bazı karikatürler bir kahkaha bir kalem pirzola misali karnımızı bile doyurur. Bazı karikatürler dişimizin kovuğuna bile yetmez. Bazı karikatürler bazı hastalıklara iyi gelir. Mesela güldüren karikatürler depresyonu önler, deşarj olmamızı sağlar. Bazı karikatürler, sizin yerinize de hedefe oklarını batırdığı için rahatlarsınız. Bazı karikatürler bazı filmler gibi ağlatır. Bazı karikatürler karpuz gibi sergilenir, bazı karikatürler altın gibi, hangisi daha değerlidir bilinmez. Bazı karikatürlerin çizeni belli değildir, bazı karikatürlerin ise okuru. Bazı karikatürler müstehcendir. Bazı karikatürler siyasidir. Bazı karikatürler sadece eğlendirir. Bazı karikatürler sadece para kazandırır. Bazı karikatürleri sergiden sergiye görürüz. Bazı karikatürleri dergiden dergiye. Bazı karikatürler yarışma albümlerinde boy gösterir. Bazı karikatürler kartpostallardadır sadece. Bazı karikatürler takvim yapraklarını süslerler, bazı karikatürler evlerin duvarlarını. Bazı karikatürler internette dolaşır. Bazı karikatürler çıldırtır sizi. Bazı karikatürler aklınızı başınıza getirir. Bazı karikatürler dünyayı değiştirmeye çalışır. Bazı karikatürlerde iş yoktur. Bazı karikatürlerde çok iş vardır. Bazı karikatürler çöp kutusunu boylar. Bazı karikatürler çekmecelerden çıkmaz. Bazı karikatürler hiç çizilmez. Bazı karikatürler bıktırır. Bazı karikatürler ciddidir, bazı karikatürler gayriciddi. Bazı karikatürleri kesip saklarız bazı karikatürleri yırtar atarız. Bazı karikatürler güldürmez bazı karikatürler düşündürmez. Bazı karikatürler maksadını aşar. Bazı karikatürlerin maksadı belli olmaz. Bazı karikatürlerin kökü dışardadır. Bazı karikatürleri herkes beğenir. Bazı karikatürler kimseye yaranamaz. Bazı karikatürleri çizmek yürek ister. Bazı karikatürleri kim olsa çizer. Bazı karikatürler çizilmeyi bekliyordur. Bazı karikatürler olmasa da olur. Bazı karikatürler süs içindir. Bazı karikatürler süsü bozar. Bazı karikatürler meseleye dikkat çeker. Bazı karikatürler asıl meseleyi gözden kaçırır. (Karikatür Vakfı’nın 10. yılı dolayısıyla yazılmıştır…) Hayati Boyacıoğlu


SOME CARTOONS


Some cartoons are written. Some cartoons are drawn. Some cartoons are neglected. Some cartoons are selected. Some cartoons are new. Some cartoons are not neglected. Some cartoons are sold. Some cartoons are thrown away. Some cartoons are pushed away. Some cartoons are burnt. Some cartoons are published. Some cartoons are displayed. Some cartoons are appreciated. Some cartoons are praised. Some cartoons are kept. Some cartoons make you laugh. Some cartoons make you die.


We say cartoon makes you laugh and add that it makes you think. “Cartoon makes you laugh and think”. Some cartoons do not make you laugh, they make you feel sad. Some make you feel furious. It is difficult to understand some of them. Even we don’t try to understand some. We remember some and don’t remember some at all. Some disturb us. Some take us to somewhere like a poem. Some are read like books. Some are without words but express a lot using a few lines. Some make us feel full. Some are never enough. Some treat illnesses. For instance, humorous cartoons present depression.


Some cartoons get their message across and you feel good. Some make you cry like films. Some are displayed like watermelons. Some are just like gold and you never know which one is more precious. The cartoonist of some are not known and sometimes the spectors are not known. Some are obscene. Some are political. Some only entertain. Some only make you earn money. We take some to exhibitions. Some are taken to a magazine from another. Some appear in competitions.


Some are only postcards. Some are on the internet. Some make you crazy. Some are thrown away to dustbin. Some are not drawn. Some make you feel bored.


Some are serious and some are informal. We keep some of them. Some don’t make you laugh and think. Some are liked by everyone.


To draw some of them requires courage. Anyone can draw some of them. Some cartoons wait for being drawn. Some are unnecessary. Some are only displayed. Some attract the attention of people to an issue. Some miss the real issue. Hayati Boyacıoğlu

2 Ocak 2010 Cumartesi

Türk Tiyatrosunun Türkiye Ve Dünyada Yeri

Türk Tiyatrosunun Türkiye Ve Dünyada Yeri






Sayin Metin And, sizce Türk Tiyatrosu'nun dünyadaki yeri nedir? Yeterince tanınıyor mu? Var mı böyle bir tiyatro?

-Türk tiyatrosundan sözedilince iki ayrı şey düsünmek lazim. Bir bize özgü, bizim yüzyillar boyu gelistirdiöimiz, adina toptan Geleneksel Türk Tiyatrosu dediöimiz bir tiyatro var ki, bu yazarsiz bir tiyatrodur ve daha çok dogaçlamaya dayanir.
Bunun içine Karagöz, meddah, ortaoyunu, kukla ve daha baska seyler, hatta eskiden var olan sanat dansi girer.
Bu yaniyla bakildiöinda Avrupalilar Türk tiyatrosuna büyük ilgi gösteriyorlar. Nitekim sözgelimi karagözcülerimiz ülkemizde is bulamiyorlar -çocuklar da Karagöz'den hoslanmiyor, tabii büyükler hiç hoslanmiyor- buna mukabil onlar Japonya'ya ,Ingiltereye gittiklerinde büyük ilgi görüyorlar.Insanlar dili anlamamalarina raömen büyük ilgi gösteriyorlar Karagöz'e. Ben buna özellikle Japonya'da tanik oldum. Karagözcülerimiz onbir büyük tiyatroda Karagöz temsilleri verdi. Biletler paraliydi ve tiyatrolar tika basa doluydu. Dili anlamadiklari halde Karagöz'e gülebiliyorlardi Japonlar. Çünkü Karagöz'ün yapisi evrensel, edebi metne dayanan tiyatronun ise bu sansi yok. Çünkü dil bir engel oluyor. Müzik gibi deöil. Sinema bir Ölçüde ve aöir olduöu, görüntüsü kuvvetli olduöu için seyredilebiliyor. Fakat hiçbir yabanci, dili bilmiyorsa Türk tiyatrosundan zevk alamaz.
Hatta bu dil isini daha da ileri götürebiliriz. Söyle ki eski çaölara ait bir oyun, ayni dili konusan bugünün seyiricisi için bile bir engel teskil ediyor. Bir örnek vereyim: Ben uzun yillar önce Shekeaspere'den bir oyun seyrettim."Kuru Gürültü". Bunu sahneleyen yönetmen ise Zefirelli. Zefirelli bakmis Sheakespeare'nin o gün kullandiöi sözcükler bu gün de var ama artik baska anlamlarda kullaniliyor ve ayni sözcükleri bugün kullansa Sheakespare artik baska anlamlara gelmis olacak, onun için Sheakespear'i Ingilizceden yine Ingilizceye çevirmeye karar veriyor. Ancak Sheakespeare. büyük bir sair olduöu için bunu da ancak bir sair yapabilir düsüncesinden yola çikip çeviri isini büyük ingiliz sairi Robert Greas yapiyor.
Anlatmak istediöim, edebi metin her zaman tiyatro için bir engel. Tiyatro aslinda görmek, bakmak demek. Halbuki günümüzde özellikle Türkiye'de bakilan, seyredilen bir sey yok. Daha çok dinlenilen bir sey var.Iki aktör karsilikli konusuyorlar. Görsel hiçbirsey yok. Bunu Avrupa için de söyleyebilirim. Oysa bazi tiyatro adamlari edebi metni geri plana itip g"rselliöi ortaya çikariyorlar ki, doörusu da bu. Yani göz kulaktan üstündür. Hatta yalniz göz olabilir. Böyle tiyatrolar da var.
Tiyatro'nun onüç dili var. Birincisi sözlü dil, sonra sözlü dilin üstünde tonlama dili var.
Bunla ilgili bir animi anlatmak isterim. Ben Galatasaray Lisesi'nde okuduöum yillarda, her yil Fransa'dan gruplar gelip okulda temsiller verirlerdi. Bir yilda gelen aktörlerden biri Fransizlarca kutsal sayilan bizde de masalci olarak bilinen ünlü sair Lafonten'den ünlü Karinca ile Aöustos Böceöi Masali'ni okurken öyle tonladi ki, karincanin çaliskanliöi ile alay edip, aöustos böceöinin ise sanatçi tarafini öne çikardi. Metnin kelimesini deöistirmeden sirf tonlamayla rolleri tamamiyle tersine çevirdi. Bu da tonlamanin çok büyük bir silah olduöunu gösterir.
Daha sonra Kinetik adini verdiöimiz aktörün hareketleriyle ilgili dil geliyor. Gözler, yüz ifadesi, basin boynun oynamasi, kollar, bacaklar ve bütün vücudun hareketi basli basina bir dil olusturuyor. Bu dili Avrupa sahnelerinde de, tabii vücudlarini eöitim sirasinda ve sonrasinda gelistirmedikleri için Türkiye sahnelerinde de pek göremiyoruz. Bu dili kullanamiyorlar.
Daha sonra makyaj, saç sakal geliyor ki, bu da ayri bir dil. Bunlar karakteri ortaya çikaran ögelerden. Kostüm. Aktörün elinde tasidiöi aksesuarlar da çok önemli katkilarda bulunuyor. Bir bastonla çok seyi ifade edebilirsiniz. Nitekim doöu tiyatrosuna bakarsak yelpaze kullaniyorlar, onla dansediyorlar ve yelpazeyle pek çok seyi ifade ediyorlar. Mendil de öyle. Hatta mendil bizde bir iletiösim aracidir. Eskiden, Osmanlilar zamaninda da bu böyleydi. Köyde kirsal kesimde bugün bile bu böyledir. Yani bir mendilin rengiyle, tutulusuyla karsisindaki erkeöe veya baska birine bir mesaj gönderebilir. Bu bakimdan bu tür objeler önemlidir. Bu objeler bazen bir çaöi da belirtebilir. Mesela bir ingiliz piyesinde bir enfiye içildiöinde o aristokratça içilmelidir. Sonra kalici bir dil olan dekora da deöinmek lazim. Dekor denilince illa boyalarla, tahtalarla yapilmis bir dekor anlasilmamali, bombos bir sahne de bir dekor olabilir.
Bununla ilgili olarak akt"rün disindaki dilleri söylüyoruz. Mesela isiklar. Isiklarla çok sey yapilabilir günümüzde. Vurgulanmak istenen seyler aydinlanabiliyor, diöer taraflar karanlikta kaliyor.Isiklarin renkeleriyle puslu, sisli hüzünlü atmosferler yaratiliyor.
Ayrica isitsel ögeler var. Sahne efektleri, ses efektleri ve müzik... Sonra bir de insanla insan arasinda, insanla dekor ve esyalar arasinda ve aktörle seyirciler arasindaki mesafeler de bir dil olusturuyor. Sözgelimi surada oturuyoruz. Uzaktan bakan birileri konustuklarimizi hiç duymadan bile. Orada oturanlar ahbap ama iki kisi daha hararetli konusuyorlar diye anlam verebilir. Perde açildiöi zaman sahnede bir aile oturuyorsa, seyirci oyuncular hiçbirsey söylemeseler de onlarin iliskilerini çikarabilir. Bu progsemik dedikleri antropolojinin vardiöi bir sonuç ve gayet kuvvetli bir dil bu. Yani Kinetik ve Progsemik dediöimiz harekete ve mesafeye dayali iki dil daha çikti ortaya.
Bunlardan da anlasiliyor ki tiyatroda çok kuvvetli bir dil var ve bütün bunlarin kurallari da olmasi lazim ama bizde aktör hareket deyince konustuöu seyi vurgulamak için kullanilan birseymis gibi algiliyor, halbuki hareketten kasit bu deöil, Zeki Müren sarki söylerken kalbim dediöi zaman elini kalbinin üstüne koyar, sözleri bir tür oynar, bunun hiç bir kiymeti yok iki defa ayni sey vurgulanmis oluyor. Buradaki kastedilen hareket sözün söylemediöi seyleri ortaya çikaran hareket. O bakimdan çok önemli. Tiyatroda sözden vazgeçebiliriz ama görsellikten vazgeçemeyiz. Sinemada da bu böyle. Burada önemli bir problem genellikle Avrupa tiyatrosu özellikle de Türk tiyatrosu bakimindan su , çok edebi metne baöli kaliniyor. Bunun için de tiyatro bir konusma tiyatrosu olarak gözüküyor.
Temalar da aslinda evrenselliöi olmayan temalar. Örneöin Ibsen'in Hortlaklar diye bir oyunu var. Oyunun sorunu Frengi hastaliöi. Ibsen o zamanlarin bu korkunç hastaliöini bir sosyal sorun olarak koymus. Bu oyunla ilgili yazdiöim elestirimin basliöini "Penisilin öncesi bir oyun" koydum. Yazarlar da evrensel konulari islemiyorlar.Ille de toplumsal bir mesaj, toplumsal bir oyun. Bunlar da Ibsen'in oyununda olduöu gibi geçici oluyor. Yazarlarin islemesi gereken konular çok evrensel olmali tiyatroda.Ilk insandan bu güne kadar olan insanin evriminde daima önemli olan insanin evrenle hesaplasmasidir.



Bu genel bilgilerden sonra Türk Tiyatrosu'na dönelim isterseniz. Sizin uzun yillardir Türkiye'de tiyatro oyunu izlemediöiniz söyleniyor. Bunun sirri nedir?

Evet, yaklasik 12 yildir Türkiye'de tiyatroya gitmiyorum. Sebep simdiye kadar anlattiklarimda yatiyor. Yani yapilagelen tiyatrodan sikiliyorum. Bu yurtdisinda da pek farkli deöil durum öyle. Ama söz konusu bizim tiyatromuz olduöuna göre bizde haydi haydi öyle.
Görmeye deöer birsey olmadiöi sürece, tiyatro metni iyi bir metinse -benim düsünceme göre- ben bu metni alirim, gider evimde okurum ve tiyatroda sahnelendiöinden çok daha iyi hayal ederim metni. Belki hayalimde tiyatrodaki figürleri çok daha iyi hayal edebilir, çok daha iyi giydirebilirim.
Aslinda bizde ve Avrupada'ki en büyük eksiklik su: Her sanat eserinde anlamina kolayca varilamayan bir taraf, bir eörilik vardir. Bu anlam arama esere bir açik biçim kazandiriyor. Örneöin bir Picasso'yu izlerken onu anlamaya, çözmeye çalisiyoruz ama herseyi yerli yerinde bir peyzaj izlerken orada hiç efor sarfetmiyoruz. Tiyatro ve Sinema'nin konusu da insan. Bizim tiyatroda da insanlari tüm ayrintilariyla giydiriyorlar, hiçbir ekonomi yok, duvarlarda tablolar, masalarda biblolar, hersey yerli yerinde. Böylece seyirci pasif duruma düsürülüyor. Hiçbir yorum yapamiyor. Verileni kabul etmek zorunda. Ben bu doöada bir insan deöilim. Ben herseyin biraz karanlikta kalmasindan yanayim. Esyalar filan bu kadar açik seçik olmasin. Onu biz çözelim, yaratalim. Yani seyirci yaratsin. Günümüz sinemasi bunu yapiyor. Bazi filmlerde bunu izlemek mümkün.

Sayin Ant, isterseniz sinemaya hiç girmeyelim bu söylesimizde. Türk tiyatrosuna dönelim yine. Disardan da olsa izlediöiniz kadariyla, gördüöünüz hiçbir olumlu sey yok mu?

Ürünler olsa olsa oyun metinleri olabilir. Yoksa bizim aktörlerin dünya tiyatrosuna getirdikleri hiçbir sey yok. Yetisis tarzlari bir kere kötü. Üstelik bir aktörün disarda nasil oynadiöi pek taninmaz. Bizimkiler disari turnelere giderler filan ama yine onlari oralarda yasayan Türkler, ya da hatir için gelmis bazi yabancilar seyreder. Aslinda baska Islam ülkeleri, mesela Tunus, Fas, Cezayir'de, oradaki yazarlar iki dilli olduklarindan olsa gerek -Misir'da öyle- ürünleri Avrupa'da el üstünde tutuluyor. Bu bizim oyun yazarlari için böyle deöil. Aslinda iyi oyun da araniyor her yerde. Ama önemli olan zaten metin deöil. Ben oyun metnini tiyatronun yaraticisi olarak görmüyorum. Yani edebiyat tiyatronun yaraticisi deöildir. Öyle ki, siirin yaraticisi sairdir; resmin yaraticisi ressamdir. Bu mantikla tiyatronun yaraticisinin da tiyatrocu olmasi lazimdir. Bu eskiden böyle olmus. Mesela Antik Yunan Tiyatrosu'nda Sophokles, Euripides gibi insanlar pek çok seyi birden üstlenmislerdir.

Ben sizi sikistiramayacaöim galiba. Hiç mi olumlu bir sey yok? Yani: "Bak su grup fena deöil mesela" diyebileceöiniz görsel açidan da bir seyler sunan hiç bir tiyatro yok mu?

Yok... Hiçbirsey yok... Yalniz duyduöum kadariyle birtakim gençler kendi aralarinda bu yönde birtakim denemeler yapiyorlar. Benle de gelip fikir alisverisinde bulunuyorlar.
Özel tiyatrolar zaten daha çok geçim derdinde. Tiyatrolarini yasatma çabasindalar, dolayisiyle onlarin her yaptiöina ben saygiyla yaklasiyorum.
Ama Devlet Tiyatrolari'nin hiçbir riskleri yok, herseyleri Türkiye ölçülerinde devletçe karsilaniyor ve ben bunlardan artik ümidimi kesmis durumdayim. Ben bunlarin birakalim dünya tiyatrosuna, Türk seyircilerine bile söyleyecekleri hiçbirsey olduöunu zannetmiyorum.

Disardan bakildiöinda tiyatroculuk iyi para getiren, toplumda sayginliöi olan bir meslek görünümünde. Ne diyorsunuz?

Tiyatro seyircisine baöli bir olay. Simdi eskiden çok ilgi vardi tiyatroya Türkiye'de. Zamanla tiyatrocular bu seyirciyi bozdular. Seyirci de bir bakima tiyatroculara sirt çevirmis durumda.
Salonlar bos deöil. Bunu söylemek istemiyorum ama kalite önemli. Çünkü seyirci ve tiyatro birbirlerinin tamamlayicilari. Yani seyirci iyi olursa tiyatro iyi, kaliteli oluyor. Tiyatro kaliteli olursa, seyirci kalitelenir. Bu kopukluk göze çarpmaya basladi. Halbuki böyle birsey yoktu. Bu fark giderek daha da büyüyor.
Benim tek arzum, yazar olmasin demiyorum, ama tiyatrocular da olsun. Sinemaya girmeyelim diyorsunuz ama ben yine de deöinmek istiyorum. Sinema, tiyatroya göre daha yeni bir sanat. Ama boynuz kulaöi geçer derler. Sinema da tiyatroyu geçti. Çünkü sinemada bir yaratici var. O da yönetmen. Orda da senaryo dediöimiz bir metin var ama film tamamiyle rejisörün kontrolü altinda. Hatta öyle rejisörler var ki, metni de kendileri yaziyorlar.

Ama artik tiyatroya ihanet etmeye basladiniz...

-Hayir bunlari tiyatroyu çok sevdiöim için söylüyorum. Tiyatro da bu yolu tutarsa eski gücünü kazanir diyorum. .


Yani tiyatro reji aöirlikli mi olmali?
-Hayir ama tiyatrocu aöirlikli olmali. Yani burada iki unsur var. Birincisi seyirci, ikincisi oyuncu. Oyuncu derken, onun içine rejisör de giriyor. Ya oyun yazari tiyatrocu olmali, ya da oyun yazari bir tiyatrocu kadar tiyatroyu bilmeli. Bizde pek öyle birileri yok. Yahut da söz ve fikirlerini dikte ederek oyuncularla yazmalilar. O zaman iyi netice alinabilir.
Artik müzelik olan eski klasiklerin oynanmasina gelince burada da dikkat edilmesi gereken seyler var. Bunlari yepyeni birsekilde, tozlarini silkeleyerek ele almali. Sahneye konulacak bir metin artik dokunulmazliöi olan kutsal bir kitap deöildir. Üzerinde çalismalar gerekir. Tiyatrocu onu istediöi gibi evirip, çevirip, deöistirip o sekilde sahneye koymali. O zaman bu tiyatro bir canlilik kazanabilir.
Bir de günümüzde üzerinde çok konusulan, arastirilan bir konu var: Tiyatroda "Interkültürel" unsurlar. Simdi tiyatroda uzun zaman Bati tiyatrosundan yararlanildi. Uzak doöuya kadar gidiyor bu yararlanma isi. Simdi ama bu çark artik tersine dönmeye basladi. Simdi Bati, doöu tiyatrosundan yararlanmaya baslamis durumda. Mesela Amerikalilar, Avrupalilar Japon tiyatrosunu, Hint tiyatrosunu çok iyi taniyorlar, oralara öðrenci gönderiyorlar aktörlük eöitimi için. Yani aktörün ön plana çikmasi. Aktörün tüm vücudunu, bakislarini kontrol edebilmesi önemli. Doöu bu konuda önemli.
Benim gezdiöim Japonya, Çin oyuncu okullarinda bunlar ööretiliyordu. Amerikali bir gencin çin tiyatrosunu öðrenmesine tanik oldum. Yani günümüzde artik bütün bu kültürler birbirlerine yaklasiyorlar. Nitekim benim birkaç yil önce ingilizce olarak yayimladiöim kitabim bu konuyu ele almakta. Adini Türkçe'ye "Kavsaktaki Tiyatro" olarak çevirebiliriz. O kitapta eksen Türk kültürü olmak üzere, tiyatroyu bu interkültürel açidan ele aldim. Hititler, Sümerler gibi eski uygarliklardan günümüze bir köprü olduöu gibi, deöisik coörafyalar arasindaki kültürel farkliliklarin üzerinde kurulmus gösteri sanatlari. Aralarinda ortak biçim özellikleri var.
Bugün Türkiye'nin geçmisindeki tiyatro da çok önemlidir. Mesela Italyan Dario Fo oyunlarinda yüzde doksanbes oraninda Italya Commedia De'l Arte Halk Tiyatro sanatindan yararlanir. Bu oran bizde yüzde bir bile deöildir. Böyle miraslardan yararlanmasini bilmiyor, onlari küçümsüyoruz. Oysa o zamanlar kullanilmis öyle yöntemler var ki, oradan hareketle yepyeni modern bir tiyatro kurulabilir.
Bizimkiler batinin dümen suyuna gittikleri için bir bakiyorsunuz, Bertolt Brecht modasi çikiyor. Bu bir furya oluyor. Üstelik Bertolt Brecht'i de iyi Almanca bilmeyen birileri -onun iyi bir sair olduöunu unutarak- tutup çeviriyor. Çevirenlerin çoöuda Fransizcadan filan çalakalem çeviriyor. Bertolt Brecht'in sadece sosyalist biri olduöu öne çikarilip, onun çok iyi bir tiyatro adami, çok iyi bir sair olusu ikinci plana atiliyor. Bu bakimdan bizde daha çok taklitçilik hakim. Taklitçilikle de hiç bir yere varilamaz... Ne içerde, ne disarda yerimizi alabiliriz.
Bilmiyorum, tiyatroya niye gitmediöimi anlatabildim mi? SIKILIYORUM...
O koltukta bir ömür geçirdim ben. Artik uykum geliyor o koltukta, çünkü sahnede bana heyecan verecek hiçbirsey göremiyorum.

Metin And


Prof. Metin And Çesitli gazetelerde onbesyil tiyatro elestirmenligi yaptiktan sonra. Ankara'da Üniversite'de hocaliöa basladi. Ben aslinda hukuk okudum gençligimde. Londra'ya bu konuda doktora yapmaya gittim. Konumda: Uluslarasi Ticaret Anlasmalari gibi birseydi. Gözümü ilk defa orada açtim. Her gece tiyatro, bale, operalara gider buldum kendimi. Tezimin ortalarina geldigim bir sirada, bir gece geç vakit kendi kendime "Ben bunlari niye yapiyorum?" dedim. ve attim tezi. Üniversiteye haber bile vermedim. Kendimi bu konuda yetistirmeye basladim. Geçen yil kirkbesinci kitabimi yayinladim ki, bu kitaplarimin çoöunu doörudan Ingilizce kaleme aldim. Ayrica çesitli dillerde de makale olarak binin çok üzerinde yazim yayinlandi. Geçen yil 17 Haziran'da da emekli oldum. Bu ayni zamanda benim doöum günümdü. Böylece benim iki doöum günüm olmus oldu. Su sirada sekiz kitap üzerinde çalisiyorum ve hepsi tamamlanmak üzere. Artik üniversitede ders vermek istemiyorum. Yeni kurulan Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA'ya üye seçildim." Söyleşi: Hayati Boyacıoğlu - Fotoğraf: Mehmet Dedeoğlu

1 Ocak 2010 Cuma

Hayati Boyacioglu, ενας τουρκος σκιτσογραφος στo Βερολινο


Hayati Boyacioglu, türkischer Karikaturist in Berlin - Hayati Boyacioglu, ενας τουρκος σκιτσογραφος στo Βερολινο
Seine Leidenschaften sind das Theater, der Journalismus, vor allem aber die Karikatur - Το παθος του ειναι το θεατρο, η δημοσιογραφια, προ παντος ομως το σκιτσο. Μια ζωη σκιτσο

Hayati Boyacioglu

του Εμμανουηλ Σαριδη



"Οχι, μπρε παιδακι μου" μου λεει ο φιλος μου Hayati Boyacioglu, οταν δεν συμφωνει μαυτα που του λεω. Και δεν προκειται βεβαια για συζητησεις περι εθνικων, τουτεστιν ελληνο-τουρκικων θεματων και προβληματων, αλλα για ζητηματα που επικεντρωνονται στο παθος μας για την δημοσιογραφια: Για τον Hayati το σκιτσο, για μενα η εκδοτικη παραγωγη, που ηταν μεχρι το 1998 η τηλεοπτικη μου εκπομπη "Καλημερα-TV", μετα η ιστοσελιδα www.multikulti1.de, στην οποια τωρα προστεθηκε το www.berlin-athen.eu. Και οπου οι συζητησεις μας περιστρεφονται γυρω απο πεζα θεματα οπως το πως θα πληρωσουμε στο τελος του μηνα το ενοικιο του γραφειου, ποιος θα χρηματοδοτησει αυτα που κανουμε και τι σχεδιαζουμε για το αμεσως επομενο μελλον. Και οταν εχω καποιες αντιρρησεις στα σχεδια του μου λεει χαμογελωντας: "εξ και ξερος". `
"Απο που τα ξερεις αυτα τα ελληνικα", τον ρωτησα την πρωτη φορα που το ακουσα, γιατι η προφορα του μου φανηκε πολυ γνωριμη. Ηταν περιπου αυτη που μιλουσαμε στην Θρακη πριν φυγω για την Γερμανια το 1960 και οχι αυτη που παπαγαλιζουν σημερα η κυρια Πηνελοπη Γαβρα της ΝΕΤ, αλλοι ομιλητες της τηλεορασης και του ραδιοφωνου η η Υπουργος Παιδειας κυρια Γιαννακου (ο Θεος να μας φυλαει απο τετοιους φορεις και πολλαπλασιαστες τοσο κρισιμων τομεων της πολιτιστικης μας κληρονομιας) και που με πιανει ανατριχιλα οταν τους ακουω να προφερουν το Συνταγμα (συν+ταγμα) σαν Sydagma, τον φουκαρα τον Αγγελο σαν Aggelo η το Κεντρο σαν Kedro, λες και προκειται για καποιον κεδρο απο τον Λιβανο). Και ο Hayati μου απαντησε, οτι τα ακουγε απο τη γιαγια του που ηταν Ελληνιδα και μιλουσε με τα εγγονια της ελληνικα. Τρομερες οι μεταμορφωσεις και αλλοιωσεις που εχει υποστει η γλωσσα και τα ονοματα μας, που αλλιως γραφονταν και ακουγονταν την εποχη της Οθωμανικης Αυτοκρατοριας και αλλιως εγιναν μετα τον σχηματισμο των εθνικων κρατων: Το Boyacioglu της Μικρας Ασιας φερ ειπειν, που στην Ελλαδα εγινε Βαφειαδης η το Sari Oglu (ο γιος του κιτρινου η ξανθου), του ενος απο τους παπουδες μου, που στην Ελλαδα το κανανε Σαριδης.
Ο Hayati Boyacıoğlu ηρθε στην Γερμανια το 1978, σπουδασε, οπως κι εγω, στο Freie Universität Berlin Germanistik και Publizistik και αρχισε νωρις να γραφει σατιρικα εργα οπως το "Kanaken sind Supermänner" (1985) και να εργαζεται σαν δημοσιογραφος για τις τουρκικες εφημεριδες "Hürriyet", "Star" και "Sabah". Το 1990 πηρε για ενα ραδιοφωνικο Feature το „Sonderpreis für Radio-Reportage“ του βραβειου "Örsan-Öymen" απο το Westdeutscheρ Rundfunk, ενω μετα αρχισε να συνεργαζεται σαν σκιτσογραφος με το περιοδικο "Die Brücke, Forum für antirassistische Politik und Kultur" (www.bruecke-saarbruecken.de) και το γερμανο-τουρκικο σατιρικο περιοδικο "Don Quichotte" (www.donquichotte.at). Εργασιες του δημοσιευονται επισης σε πολλα αλλα εντυπα, ημερολογια, σχολικα βιβλια και Broschüren.
Το 2006 ανοιξε ενα γραφειο, το "Haber Presse und Medienservice". Ηθελε να προμηθευει τουρκικες εφημεριδες ρεπορταζ και ειδησεις απο την ζωη των αλλοδαπως στο Βεριολινο, που ανερχονται σε περιπου 500000 ατομα εκ των οποιων οι μισοι Τουρκοι. Δεν πετυχε και αρχες του 2007 αναγκαστηκε να το κλεισει, κουβαλοντας απο τοτε μεσα του μια τραυματικη εμπειρια για την αποτυχια ενος Projekt, οπου ειχε επενδυσει πολλες ελπιδες για το μελλον του. Κατι αναλογο με το δικο μου σταματημα των εκπομπων του "Καλημερα-TV" το 1998. Απο τοτε ασχολειται εκτος απο το σκιτσο και με την ιστοσελιδα του www.ha-ber.net.
Ο Hayati κινηθηκε και κινειται παντα μεταξυ θεατρου, δημοσιογραφιας και εθνολογιας, οπως δειχνουν και οι παραστασεις του Ναsreddin Hodcha με την Τheater Kumpanya το 1997, οπου ηταν υπευθυνος για την δραματουργια. Και στο μεταξυ παντα τα σκιτσα, οπως αυτο απεναντι, που εχει τον τιτλο "EU und Türkei..."/"Ευρωπαικη Ενωση και Τουρκια..."
Στη συνεχεια η βιογραφια του Hayati Boyacıoğlu στα γερμανικα και μετα ενα αρθρο για τον σκιτσογραφο απο το περιοδικο "Der Spiegel". Στο κειμενο θα βρειτε και το ακολουθο Link με σκιτσα απο την δουλεια του Hayati
http://www.spiegel.de/fotostrecke/0,5538,12940,00.html



DER SPIEGEL vom 14. März 2006
URL: http://www.spiegel.de/kultur/gesellschaft/0,1518,405829,00.html

"Allah hat Humor"

Von Henryk M. Broder

Hayati, 1960 in Istanbul als ältestes von fünf Kindern eines Handlungsreisenden und einer Hausfrau geboren, hat schon als Junge angefangen, satirische Zeitschriften zu lesen, vor allem "Girgir", ein Blatt mit über 500.000 Exemplaren Auflage. Mit 15 schickte er seine ersten Zeichnungen zu Wettbewerben und Ausstellungen ein; gleich nach dem Abitur, 1978, beschloss er, nach Deutschland zu gehen.
Er fand ein Zimmer auf der "Türkeninsel" in Berlin-Schöneberg mit Kohleheizung und Klo auf halber Treppe. Um den täglichen Döner und die Miete von 60 Mark monatlich bezahlen zu können, trug er Zeitungen aus, die "Morgenpost" und den "Tagesspiegel". Er lernte Deutsch und begann 1984, an der FU zu studieren. Germanistik, Publizistik und Erziehungswissenschaft. Heine und Lessing waren seine Lieblingsautoren, das Examen machte er mit einer Arbeit über "Teilnehmende Beobachtung bei Günter Wallraff".
Nach dem Studium packte ihn die Krise. "Es kam mir alles doof vor, was ich gemacht hatte. Ich dachte, wenn ich Döner oder Wassermelonen verkaufen würde, wäre ich besser dran." Da er schon verheiratet war und ein Kind hatte, musste Hayati für seine Familie sorgen. Er schrieb Theaterstücke, von denen eines sogar aufgeführt wurde ("Kanaken sind Supermänner"), arbeitete als Dramaturg für eine deutsch-türkische Bühne und als Geschäftsführer für einen Kulturverein mitten in Kreuzberg. Reich wurde er mit allen seinen Tätigkeiten nicht, aber er sammelte Erfahrungen.
Und so kam er fast zwangsläufig in das Berliner Büro von "Hürriyet", wo er drei Jahre über den Alltag der Türken in Berlin schrieb. Zur Jahrtausendwende wechselte er in die Redaktion von "Star", einer türkischen Boulevardzeitung. Nach zwei Jahren machte er sich selbständig, mietete ein leeres Ladenlokal im türkischen Teil von Schöneberg und eröffnete den Presse- und Media-Service "Haber", was auf türkisch "Nachrichten" bedeutet.
Was Hayati aber herstellt und vertreibt, sind weniger News als gezeichnete Kommentare, Comics über Deutsche und Türken, Geschichten aus der neuen Heimat. In einem seiner Cartoons wird die Frage beantwortet, wie es zur Bildung von Jugendbanden kommt. Da sagt ein türkischer Vater zu seiner Tochter: "Kein Schwimmbad, kapiert! Sollen alle dich anglotzen?" Im nächsten Bild herrscht ein anderer Vater seine Tochter an: "Diskothek? Nee! Du wirst mir keine Tänzerin!" Auf dem dritten Bild belehrt eine türkische Mutter ihre Tochter: "Nicht mal 'ne männliche Fliege kommt mir ins Haus! Unser Ruf!" Das vierte Bild zeigt wieder einen Vater mit Tochter: "Nach 20 Uhr nach Hause? Kommt nicht in Frage!" Im fünften Bild geben die vier Mädchen einem deutschen Reporter ein Interview: "Unsere Bande haben wir gegen rassistische Unterdrückung und Skinheads gegründet!"
Hayati muss nur aus der Tür seines Büros treten, um die Szenen zu erleben, die er später zeichnet. Er reduziert die Konflikte auf ihren Kern, benutzt eine sehr knappe Bildersprache. Eine junge, schicke Türkin wirft einen Schatten, der die Konturen einer verschleierten Frau zeigt. Ein älterer Türke kniet im Gebet, vor ihm liegt ein Schwein mit verbundenen Augen, daneben ein langes Messer. Er wird statt eines Lamms ein Schwein opfern, denn er lebt schon lange in Deutschland. Grundsätzlich ist kein Thema tabu, auch nicht die Religion, aber "weil man die Mentalität kennt, hat man eine sensible Hand". Spott und Spaß hören dort auf, wo es um den Kern des Glaubens geht. "Es gibt andere Möglichkeiten, um Ereignisse zu karikieren", sagt Hayati.
Die Karikaturen, die in der dänischen "Jyllands-Posten" erschienen sind, fand er "nicht gut", aber auch keine Aufregung wert. "Wenn ich strenggläubig wäre, hätte ich mich vielleicht aufgeregt, aber ich hätte keine Fahnen verbrannt und keine Häuser angezündet. Ich habe Schlimmeres gesehen. Eine Karikatur hat bis jetzt noch keinen Weltkrieg verursacht. Wenn man unbedingt etwas missverstehen will, dann wird man es missverstehen."
Hayati gehört zu den Herausgebern von "Don Quichotte", einer deutsch-türkischen Satirezeitschrift, die für kurze Zeit monatlich erschien, inzwischen aber nur noch dann gedruckt wird, wenn die Kosten im Voraus gedeckt sind. Zur Diskussion um den EU-Beitritt der Türkei zeichnete er ein fülliges Straßemädchen, das einem Freier, der wie der türkische Ministerpräsident aussieht, einen Dienst im Jahre 2020 verspricht.
Auch der "Reiseführer durch die internationale Küche", herausgegeben vom Ausländerbeirat der Stadt Saarbrücken, fängt mit einem Cartoon von Hayati an - ein Türke mit Kochmütze spielt auf einem Döner-Spieß wie auf einem Kontrabass - und hört mit einem Zitat von Ludwig Feuerbach auf: "Der Mensch ist, was er isst."
Rubrik: Interviews-Portraits Berlin-Athen
19.04.07


von Emmanuel Sarides